28 Kasım 2013 Perşembe

Ermeni sofraları ve obezite arasındaki ince çizgi

Ermeni sofraları = Ermenilerin dünya tarihine kattıkları en önemli şeylerden biri. Hele bir de misafir geliyorsa...

Ermeni sofrası denince herkes bir durur. Bir derin nefes alır. Sola bakar, sonra sağa, sonra tekrar sola bakar. Sonra bir de masaya bakar ve en sonunda da bir sandalyeye çöker. Bu dakikadan sonra da bilincini kapatır. Bilinç o sofradan kalkıncaya dek kapalı olmalıdır yoksa insan bir ara gafil avlanıp kendine şunu sorabilir: 'Ulan ben deli miyim? Niye 8. tabağımı yiyorum?' Ama bir Ermeni sofrasında bulunmak demek kaderine razı olmak demektir; o masadan 3 kilo almadan kalkmamak demektir. 


Şimdi bu konsepti birkaç değişik açıdan anlatacağım:


Coğrafi şekiller ve jeopolitik konum:

Ermeni evleri çok büyük olmaz. Malum çoğu sıkış pıkış apartmanlarda oturur ve çoğunlukla gelir düzeyi orta seviyededir. Ama sakın yanlış anlamayın; yemek harcamasında kimsenin gözünün yaşına bakılmaz. Yok efendim ben şu kadar kazanıyorum, o halde et almayayım da tavuk alayım falan yoktur bizlerde. O sofra dört dörtlük olmalıdır; aşağısı kurtarmaz.

Spesifik olarak sofranın kendisine gelecek olursak eğer...

Masa çok uzun olmaz ama gelen misafir sayısı 25 kadar olur her nedense. Bu durumda içeri odalardan, balkondan, komşudan falan sandalye alınır. O sandalyeler milim oynamayacak şekilde dizilir. Hani minibüste, metroda falan aşırı kalabalıkta hiçbir yere tutunmaya gerek kalmaz ya. Çünkü istesen de düşemezsin. Aynen öyle bir dizilim düşünün. Yani o kıçlar birbirlerine değecek. Zaten Ermeni kıçı büyük olur. Yani neredeyse kucak kucağa oturulacak. O bombeleştirilmiş saçların spreyleri birbirine karışacak. 
Sandalyelere oturmak için şekilden şekile girilir. Ciddi bir matematik sorusuna dönüşür tüm olay. Yani Harvard'da, MIT'de falan tez konusu olabilir.

Ve nihayet sofranın üstü...

İğne atsan düşmez teriminin adeta sözlük anlamı gibidir tüm olay. 
Ermeni kadınları yemek konusunda büyük ustalardır. Adeta hepsi anasının karnından birer şef olarak doğmuştur. O koca popolarıyla mutfakta bir oraya bir buraya savrularak manyakkklar gibi enfes YEMEKLER hazırlarlar. Şimdi buradaki çoğul eki çok önemli. Eğer bunu okuyorsanız ve bir Ermeni değilseniz ve hayatınızda hiçbir Ermeni sofrasında bulunmadıysanız, size şöyle tarif edebilirim durumu: 'Abi o gün ne yedik be, ye ye bitmedi yemekler' dediğiniz bir gün varsa eğer ona odaklanın. Şimdi onu 10'la çarpın, 7038 ekleyin. Biraz durun. Tekrar 10'la çarpın. Bahsettiğim çoğul eki böyle bir hayvanlıkta sevgili okur. 
Nitekim Ermeni sofraları 'full' terimi için çığır açan bir boyuttur. Full kelimesi adeta yetersiz kalır, kendinden utanır. Masa bir renk cümbüşüdür. İrili ufaklı bir sürü tabağın akla zarar bir stratejiyle dizildiği bir düzen mevcuttur. Sofrada oturan istese de masa örtüsüne yemek dökemez. Dökse dökse bir başka tabağa döker kaşığındaki yemeği. O kadar çok tabak vardır ki masada, bir insanın bu yemekleri hazırlaması için yaklaşık 2 ay süreye ihtiyacı varmış gibi görünür. 

Menü:

Hani böyle her tür yemek servisi veren restoranlar vardır ya, House Cafe, Midpoint, Num Num falan gibi. Öyle bir yere gittiğinizi düşünün ve menüdeki herşeyi sipariş ettiğinizi...Ne kadar büyük bir abartı değil mi? Ne kadar kalabalık bir grupla da gitsen, o kadar yemeği kimse HERHALDE yiyemez. 

Şimdi back to Ermeni sofrasındaki menü.
Aynen bu durumu evde düşünün. Ama bu sefer gerçekten de herşeyi sipariş etmişsiniz ve bu absürd durumu garipseyen kimsecikler yok. Bir düşünün. Masaya paso yemek geliyor. Bitenler hızla değiştiriliyor ve giden tabağın yeri asla boş kalmıyor. Ne büyük saçmalık değil mi? İki dakka oturup hayal etmeye çalışın. Evet Türk mutfağı da çok gelişmiştir. Lezizdir. Kıldır, yündür. Ama Ermeni mutfağı... İşte o bir efsanedir. Çünkü Sürrealisttir. Dali’nin yemeğe dönüşmüş halidir. Lezzeti daima yerindedir ama ya boyutu? Kabına sığamaz durumdadır.


Efendim başlangıçları sayacak olursak, öncelikle mutlaka 234579872 çeşit zeytinyağlı olur. Ermeni evlerinin bir kısmında (büyük bir kısım) 2 buzdolabı olur. Çünkü ayılık kanımızda var. Bir buzdolabına sığamıyoruz. İkinci buzdolabı misafir gelince tamamen dolar ama zaten neredeyse hemen her gün bir misafir durumu söz konusu olduğundan, o buzdolabı da daima birincisi kadar dolu olur.
İşte bu zeytinyağlılar o ikinci buzdolabında muhafaza edilir. Ve her misafirlikte mutlaka bir tanesi (bir arkadaşımdan bu konu üzerine çok iyi bir canlandırma izlemiştim), genellikle enginar, buzdolabında veya balkonda unutulur. Onun kaderi unutulmaktır, görücüye çıkamamaktır.

Salataya gelince, 'Salad Station halt etmiş' dedirtecek kadar çok çeşitte salata mevcuttur. Çünkü ev sahibesinde şöyle bir korku muhakkak mevcuttur: Ya Talin'in oğlu Hovsep'in bacanağı Arden'in kızı Tais göbek değil de roka seviyorsa! Bütün plan birilerinin bir şeyleri sevmeme, 'ya onu değil de bunu seviyorsa'sı üzerine kurulmuştur. E tabi sonuçta 25 kişinin her biri için bu senaryo tekrardan yazılınca ortaya 25 çeşit kadar salata çıkıverir. 

Sen bu başlangıçları yiyedur, ev sahibesi yavaştan mutfağa çekilir ve ara sıcakları getirmeye başlar. Bu arada şunu da atlamamak lazım, ev sahibesi çok nadir oturur. Arada sırada gelir, kadehini kaldırır ve herkes 348. kez kadeh tokuşturmak zorunda kalır. Yani çatal bıçağını ne sıklıkta eline alıyorsan, kadehini de o sıklıkta alırsın. Kadeh diyorum bu arada çünkü bizde şarap veya rakı içilir. Malum biz gavuruz, bizde alkol mübahtır. 

Neyse, başlangıçları yedikten sonra herkes aslında doyar. Çünkü hepimiz insanız. Aramızda hipopotam, timsah falan yok. Çünkü 32456879 çeşit başlangıçla doymayan insan değildir zaten. Ama şenlik daha yeni başlamaktadır. Bu daha başlangıçtır, mücadeleye devam etmek lazımdır.
Ara sıcaklar gelir. Bu noktada en afilli mezeleri bir arada düşünün. Öyle bir ortam vardır. İnsanın canı tabi hepsinden yemek ister. Ama namümkün. Çünkü misafir bilir ki bir protein, bir de karbonhidrattan oluşan devasa bir ana yemek de gelecektir. Ve bunların hepsinden yemeyen misafir de şerefsiz misafir sayılacaktır. 'Ben dikkat ediyorum canım almayayım' demek en büyük yanlıştır. Çünkü ev sahibesi ateşin icadından başlar ve 'Kırk yılda bir böyle bir araya gelmişiz (2 hafta önce de görüşmüşlerdir yüksek ihtimal) hayatta olmaz!' diyerek bitirir. Velhasıl, acayip bir strateji yapılmalıdır, yemekler ona göre seçilmelidir ve ana yemek için yer bırakılmalıdır.

Ana yemek de yendikten sonra, erkekler masadan çekilir ve bu sefer bir altın günü moduna girilir. Kadınlar fiskos yapmaya koyulur ve bu sırada da en afilli manavı bile kıskandıracak çeşitte çok meyvenin bulunduğu meyve tabağı gündeme oturur. Kadınlar kocaları için meyve soyup evlatlarına seslenirler 'Areeeeen! Al şunu babana götür.' Meyveden sonra tatlı ve kahve, sonra çay, sonra tekrar kahve derken...bakmışsınız nefes borunuz dahil tıka basa dolmuşsunuz. Evet efendim, yemek dediğiniz böyle olur. Takribi 13 saat süren ve dünya rekorlarını üst üste acımasızca kıran bir Ermeni sofrası macerası daha bitmiştir.

Sofra diyalogları:
Burada birkaç örnek sunmak isterim. 

1) Ev sahibesinin bir orduyu doyuracak kadar yemek hazırladığını inkar edişi
Misafir kadın: Ah hokim (Ermenice 'canım') neler hazırlamışsın... Ne gerek vardı...
Ev sahibesi: Yok be hokim hiçbir şey yapmadım ki...
Misafir kadın: (Anasının nikahı bakışı ataraktan) Daha ne yapacaktın! Yine döktürmüşsün. Ama ben sana demedim mi çok bir şey hazırlama diye. Biz misafir miyiz? (Bunun cevabı tabi ki evettir ve bu sorulan en gerzek sorulardan biridir.)
Ev sahibesi: Bir şey yapmadım ki hokim! Çok vaktim yoktu zaten bir şeyler uydurdum. (2 gündür uykusuzdur aslında)
Misafir kadın: Aman sen de deli. Neyse ellerine sağlık...

2) Kusacak duruma gelmiş misafire yemek kakalama
Ev sahibesi: Aaa bundan almamışsın! (ev sahibesi bütün yemek boyunca insanların tabaklarını keser ve kim ne yemiş onun hesabını yapar)
Misafir: Ben daha fazla almayayım hokim. Çok güzeldi herşey ama birazcık durayım şimdi. (daha önce de dediğim gibi BÜYÜK HATA, hatta FATAL ERROR)
Ev sahibesi: Hayatta olmaz! Bak valla çok alınırım. O kadar yaptım yahu. Kaç kere bir araya geliyoruz böyle?
Misafir: Yok hokim valla alamam. Hem dikkat ediyorum bu sıralar.
Ev sahibesi: NEE!? (Ermeniler diyet olayını anlamazlar. Onlar için yemekten kısmak demek, burnunun yerinde kulağı olan bir insan görmekle aynı şeydir. Anlam verilemeyen bir durumdur.) Saçmalama Karin! Neyin var yahu? İpinceciksin. Hem şimdi ye yarın yemezsin. Vallahi bırakmam.
Misafir: Eh peki tamam azıcık koy ama. Çok alamam bak çöpe gider yazık olur. (Yemeğin çöpe gitmesi herhangi bir Ermeni'nin kalbinde 9.8 şiddetinde deprem yaratabilir. Bu cümle onları çok sarsar.)
Ev sahibesi: Eh iyi al bakalım. Ama bunu bitireceksin. Bak çok seveceksin bir daha isteyeceksin. Kehkehkeh...

3) Yemek sonrası saçmalıkları
Ev sahibesi: Eveeeet şimdi kim kahvesini nasıl içiyor? (daha Bismillah yeni kalkılmıştır masadan)
Misafir kadın: Dur hokim ben de geleyim de yardım edeyim. 
Ev sahibesi: Ah daha neler, ne olacak bir kahve yapacam al tarafı. Sen otur.
Misafir kadın: Aa olur mu zaten bir kerecik bile oturmadın. Hayde siz de söyleyin nasıl içiyorsunuz. (Buradaki 'siz' erkeklere ithafen söylenir. Onlar bütün bu hikaye boyunca kurbanlık koyun modundadır. Söz hakları yoktur.) Sade? Orta?
.................(kahveler içilir)
Ev sahibesi: Evet çay kim içiyor?
Misafir kadın: Koko daha neler! Kalkacaz birazdan yapma çay falan.
Ev sahibesi: Koydum canım çoktan altını açtım. Hayde ov tey guzegor? (Haydi kim çay istiyor?)
Misafir kadın: Eh iyi bari ben alayım bir tane. 

Ve falan ve filan efendim.

Evet görüldüğü üzere en uzun yazımı yazmış bulunuyorum. Niye? Çünkü konu geniş, konu büyük. Büyük ne kelime! Konu DEVASA devasa...
Bu anlattıklarım hepsi gerçek hikayelerden alınmıştır. Yalanım varsa iki gözüm önüme aksın aplalarım ağbilerim!
Eğer hala inanmıyorsanız gidin bir Ermeni evine misafir olun. Ama eğer biraz aklınız varsa, mümkün olduğunca Ermeni sofralarından uzak durun. Bu çetin yolculuğa kalbiniz dayanamayabilir. Zira bu yolculuk yalnızca Ermeni ırkı için yaratılmıştır ve başka ırkları oldukça zor durumda bırakabilecek şekilde tasarlanmıştır. Diğer ırklardan kastım, insanoğlundan bahsediyorum...

22 Kasım 2013 Cuma

Yapmak zorunda kaldığımız şeyler

Bu bir süredir üzerinde düşündüğüm bir şeydi.
Yapmak zorunda kalıp da beni delirten şeyleri yavaş yavaş not almaya karar vermiştim geçen aylarda. Eminim herkesin gıcık olduğu bu tarz şeyler vardır. Ama sike sike de yaparız çoğunu. Gerek toplum baskısından, gerek etik olmaya çalışmaktan, gerek kibarlıktan vs.

Şimdiye kadar oluşan liste ahanda şöyle:

1) İğrenç servis yapan veya kaba olan garsona bahşiş bırakmak
Hani bazı terbiyesiz garsonlar vardır| sana lütuf yapıyorlarmış gibi servis yaparlar. 234562 kez 'Pardon! Pardon! PARDON!' diye anırtırlar adamı. Sonra da sana çok büyük bir jest yapıyormuşçasına, siniri bastırılmış bir sesle bir zahmet servis yaparlar. Paranla rezil olmaktır bu adamların sana çektirdiği çile. Tam ağzının orta yerine çarpmalık insan tiplemesidir bunlar.
Öncelikle sevmiyorsan yapma kardeşim bu işi. Mal mısın nesin? Senin bet yüzünü çekmeye gitmiyorum restorana. İkincisi de ben müşteriyim ve bana böyle davranamazsın.
Şimdi doğal olarak bu adamlara bahşiş bırakmak şöyle dursun, hesapta da indirim falan isteyesi gelir insanın. Ama yine de yiğitliğe bok sürdürmemek adına bırakırsın bahşişini kuzu kuzu. 'Sen öküzün tekisin ama neyse... Büyüklük bende kalsın...' dercesine verirsin o %10'u. 'Al bahşişini götüne sok' diye not bırakmak istersin. Ama namümkün.

2) Saçını yanlış kesen berberi öldürememek
Buradaki durum çok vahimdir aslında. Hem para verirsin hem de bir boka benzemeyen bir saçla ayrılırsın kuaförden. Saç kesilmiştir bir kere. 'Geri yapıştır hacı şunu' diyemezsin doğal olarak. Ağlayacak gibi olursun. Hele de bir bayansan ve saçına gözün gibi bakıyorsan o berberi boğazlamak istersin. Onun saçını başını yolmak, kaşlarını kopartıp burnuna sokmak istersin. Ama yapamazsın. Maksimum, 'Ayyy naaptın ya ben böyle istememiştim ki...' dersin. O da sana gevrek gevrek 'Abla böyle çok iyi oldu, volümlü gözüküyor' der. Lan ben volüm istesem söylerdim zaten dingil! Ben sana şu kadar kes diyorum sen gidip nah bu kadar kesiyorsun. O zaman bana niye 'Nasıl yapalım?' diye soruyorsun? Sen belli ki biliyorsun nasıl yapmak istediğini. Neyse velhasıl bu insanları sevmeyiz.

3) WWF ve Greenpeaceci gençlere yalan söylemek
Şimdi bu biraz iki ucu boklu değnek. Çünkü aslında bu insanları seviyorum ben. Bu insanlar güzel insanlar ve onları takdir ediyorum. Benim hayatta götüm yemez böyle sokaklarda elaleme yanaşıp yalvarmaya. Adamların işi çok zor. Ama bu insanlar her yerdeler! Adeta pacman gibi seni yemeğe geliyorlar her seferinde. Ve onlardan kaçmak için, onlara yalan söylemek zorunda kalmamak için abuk subuk hal ve tavırlara giriyor insan. Açıkçası ben sokağın ortasında kredi kartımı çıkarıp kimseye vermem. O yüzden de bu insanları dinlemek istesem de bu dinletinin sonunda, 'Siz de bize destek vermek ister misiniz?' sorusuna 'İsterim ama manevi olarak' diye cevap vermek zorunda kalıyorum.
Veya aptal saptal şeyler söylüyorum. Mesela bir keresinde elimde 6 tane poşetle yürüyordum. Belli ki alışveriş yapmışım. Ve belli ki kredi kartım var. Benim bütün hızlı yürüme (ki baya hızlı yürüyebilirim), havalara bakma, gözgöze gelmeme çabalarıma rağmen çocuğun teki yanaştı ve klasik muhabbete başladı. Ve ben ona ne dedim? 'Ya maalesef kredi kartı kullanmıyorum' dedim. Ben çocuk olsam bana şu soruyu sorardım: Peki ebenizin amıyla mı aldınız bunca şeyi? Acayip salak bir yalandı ve kıpkırmızı kesildim ve anında tabana kuvvet uzaklaştım.
Daha neler var: 'İş görüşmesine gidiyorum şu anda acelem var', 'Ben zaten üyeyim', 'Maalesef desteklemiyorum. Evet ben doğa düşmanıyım' gibi gibi gibi... Dozu da her seferinde artırıyorum. Yakında 'Maalesef ben aslında bir hayali karakterim ve sen de şizofrensin' falan diyeceğim diye korkuyorum.

4) Çok konuşan taksi şoförüyle diyalog kurmak
Bu kimin başına gelmedi ki? Herkes mutlaka bu olayı yaşamıştır ve eminim herkes de bundan nefret ediyordur. Şoförle konuşmamak için abuk subuk triplere girer herkes. Uyuyan mı istersin, anında iPod'una mı sarılan, tanıdığı herkesi telefonla arayan mı... Bu liste uzar gider. Herkes bu konuya özel taktikler gelişmiştir. Ne kadar acı değil mi? Aslında o adamcağızlara da üzülüyorum çünkü bütün gün arabanın içindeler ve türlü türlü insana hizmet veriyorlar. Ne kadar kaba saba olsa da bir şoför, o kadar saat trafikte direksiyon sallarsan kaba saba olmamak elde değildir diye düşünüyorum. Çok zor iş gerçekten. E tabi ki adamcağızlar da konuşma ihtiyacı duyuyorlar. Ne yapsınlar? İnsan kaç saat sus pus oturabilir ki? Ama işte onların muhabbetleri de bayıyor be abiJim. Bu adamlara kabalık etmekten asla hoşlanmam ama ben bile, ki evet çok konuşurum, çoğu zaman tek kelimelik cevaplarla bezdirmeye çalışırım adamları. Ama bazı bazı da bir sabır küpü çıkar o şoför. Sanki varoluşunun öncelikli sebebi seni konuşturmakmış gibi davranır. 'ARKADAŞ NOOLUR SUS ARTIK YA' demek istersin ama diyemezsin. Kaderine küsüp trafik hızlı aksın diye bildiğin bütün duaları edersin.


Eveeeet. Bu seferlik bu kadar. Daha sonra listeyi uzattıkça devam yazıları da yazacağım. 

Velhasıl, Allah herkeŞlere istediği şeyleri yaptırsın. AMİN.


19 Kasım 2013 Salı

Gaylerden niye korkuluyor?


Aşırı homofobik bir ülkede, hatta dünyada yaşıyoruz. Bu konuda hemfikiriz herhalde.
Homoseksüellik hakkında sıfıra yakın bilgi sahibi binlerce insan gaylerden ve lezbiyenlerden tiksinerek bahsediyor ve onlara bulaşıcı hastalık muamelesi yapıyor.

Birçok gay kendini saklıyor, evleniyor, çocuk yapıyor; kendini heteroseksüel dünyaya kanıtlamaya çalışıyor. Sanki heteroseksüel olmak doğru olanmış, normal olanmış gibi. Önce bana biri çıkıp da çuvallamadan 'normal' ne onu açıklasın, sonra bu diyaloğa tekrar döneriz zaten.
Spoiler alert: Normal diye bir şey yok ve asla olamaz da. Normları belirleyen şeyler sübjektif olduğundan bu konu tartışma dışı kalır.

Gaylerden acayip korkuluyor ve onlardan kaçılıyor.
Yahu kimse de çıkıp sormuyor: Kardeş sen gaysen bana mı gaysin?
Ahmet, Mehmet gay değil ama Ali gay. Eee yani? Bundan Ahmet'le Mehmet'e ne? Onları mı gelip sikiyor? Ali Ahmet'le Mehmet'i yakışıklı bulabilir. Ama bu onlarla gay ilişkiye gireceği anlamına gelmiyor ki. Ben de heteroseksüel bir kız olarak bazı kız arkadaşlarımı güzel buluyorum. Bunda ne var ki? Gay olmak niçin tecavüzcü olmak gibi görülüyor?

Ha onu da geçtim, tecavüzden korkuluyorsa, o zaman asıl eğitimsiz, uçkuruna sahip çıkmayı beceremeyen, heteroseksüel adamlara bulaşıcı hastalık muamelesi yapılsın. Şimdiye kadar haberlerde kaç tane 'Engin'i çok beğendiğini söyleyen homoseksüel Burak, Engin onla beraber olmaya razı olmayınca ona tecavüz etti' tarzı şeyler okudunuz? Ben cevap vereyim: SIFIR

Ama onun yerine şunları çok okudunuz:
'Dayanamayıp ineğiyle cinsel ilişkiye girdi!'
'Kızına hergün cinsel istismarda bulunan baba yakalandı!'
'Kendisiyle evlenmek istemediğini söyleyen Ayşe'ye defalarca tecavüz eden Murat, Ayşe'yi 16 yerinden bıçaklayarak öldürdü. Savunmasında Ayşe'yi çok sevdiğini söyleyen Murat, 'Benim olmayacaktıysa, kimsenin olamazdı' dedi.'

Şimdi bunlar heteroseksüeller diye iyi mi oldular? Dünyada yapılabilecek en kötü üç şey hırsızlık, tecavüz ve cinayet iken, biz niye gidip gaylerden korkuyoruz? Niye onlara kötü davranıyoruz? Onlardan ne gibi bir zarar gördük ki? Tam tersine, benim tanıdığım neredeyse bütün gay arkadaşlarım oldukça yaratıcı, sosyal, eğlenceli, kültürlü vs. Ben hep güzellik ve iyilik gördüm onlardan.

Ayrıca onlar hakkında yorum yapmak için yeterince bilgi sahibi bile değil çoğu insan.
Mesela en kıl olduğum tavırlardan biri şu: 'Ayyy yazık ya ibneymiş o. Annesine babasına yazık...'
Niye yazık olsun lan onun anasına babasına? Bir kere ibne nedir hayvanoğlu hayvan! İkincisi de, sen İBNE değilsin diye senin anan baban çok mu mutlu mesut? Senin cinsel kimliğin seni otomatik olarak çok hayırlı bir evlat, iyi bir eş ve başarılı bir işadamı mı yaptı? Böyle dangalak bir şeyi nasıl söylersin? Kaldı ki, o acıdığın gay senden büyük ihtimalle çok daha başarılı bir birey çünkü senin beynindeki kıvrımlarda mevcut olan temassızlık onda mevcut değil. Başarıyı sadece 'Allahım milyarlar kazandım' olarak değerlendirmiyorum bu arada, for those idiots out there.

Veya bir de şu var: O da gay ama iyi çocuk.
??????? WHAT ????????
Bu şunu demek gibi bir şey: Bugün hava çok güneşli ama kaldırımda köpek kakası var.
Bu statement ne kadar manasızsa, gay ama iyi demek de o kadar manasız.
Adamın iyi veya kötü olmasıyla gay olmasının en ufak bir bağlantısını gerçekleştirebilen yüce şahsiyet, I've got news for you: halk oylaması ile gereksiz yere oksijen harcadığına karar verildi.

Bir de tabi ki yazının başlığında da değindiğim olay: gaylerden korkmak.
Nelerden korkarız? Karanlıktan, çeşitli hayvanlardan, kan görmekten, ölmekten vs. Bu liste uzar gider. İşte bu listede gay olmaktan korkmak da mevcut maalesef.

GAY OLMAK. Ne garip bir konsept değil mi? Gay olmayı bazı insanlar, doktor olmak, mutlu olmak, zayıf olmak falan gibi bir şey zannediyorlar galiba. Yani seçimle veya kendi çabanla yapabileceğin bir şey gibi görüyorlar. Mesela evde otururken, 'Hmm ben artık gay olacağım' demek gibi bir şey sanıyorlar sanırım.
Bir kere, bu kadar baskıcı, bu kadar kötülük, ayrımcılık, ırkçılık dolu bir dünyada niçin herhangi bir insanoğlu ezilen, dışlanan, eleştirilen taraf olmayı SEÇSİN? Bunu nasıl düşünemezsin ey homofobik kardeş? Demek ki bu bir seçim değil.
Veya daha anlaşılır bir biçimde: gay olunmaz, doğulur.

İnsanların çocuklarına bunu düzeltilebilir bir şeymiş gibi öğretmesi de bir o kadar iğrenç. Düzeltmek nedir lütfen biri açıklasın. Ortada yanlış bir şey mi var ki düzeltiyorsun? Gay olmayı niçin yanlış bir şeymiş gibi görüyorsun? 'Evladım o da öyle olmayı seçmiş' derken iyi bir şey mi yaptığını düşünüyorsun gerçekten? Hayır. Sen iyi bir şey yapmayı geçtim, tamamen saçma sapan bir mantalite aşılıyorsun senden küçüklere.
Bunun doğurduğu sonuçlar neler? 
1) Çocuk bunun bir seçim olduğuna inanıyor. Diyelim ki çocuk gay ve bunu yavaş yavaş farketmeye başlıyor. Bunun bir seçim olduğunu düşündüğü için kendinden korkar hale geliyor. Gay olmayı seçmek istemiyor ve kendinden utanıyor. Yanlış bir şey yaptığını zannediyor.
2) Çocuk gay insanlardan uzak duruyor çünkü onların yaşam tarzından etkilenip gay olacağını zannediyor. Gayliği bulaşıcı bir şeymiş gibi görüyor.

Ne acı değil mi?
Kimse iki dakika durup da şu kafatasının içindeki duran güzel mi güzel, faydalı mı faydalı beynini kullanmıyor. Adeta beyin cimrisi herkes. Durup da demiyor ki, 'Yahu ben böyle atıp tutuyorum gayler hakkında ama ben hiç bir zarar gördüm mü ki gaylerden? Nedir bu kinim?' Ha zarar görse de hemen şöyle der ama: Zaten ibne o ne bekliyordun ki. Herhangi bir hatasını hemen gay kimliğinin üstüne atar.
Hatta hayatında hiç bir gayle tanışmamış insanlar bile bu konuda konuşuyor da konuşuyorlar. Onlardan öcü gibi bahsediyorlar. Ya onlar dediğimiz kimler ki? Tek farkları hemcinslerine ilgi duymaları diye niye onları öteliyoruz ve onlara uzaylı muamelesi yapıyoruz? Hepimiz birbirimizden birçok konuda bu kadar farklıyken, hemcinse duyulan ilgi niye dünyadaki en büyük farklılıkmış gibi görülüyor?

Daha eminim neler neler vardır.
Benim en çok gördüklerim bunlar. Ve her gördüğümde de üzülüp sinirlendiklerim...


14 Kasım 2013 Perşembe

Yabancı dil konuş(ama)mak

Türkiye'de bir yabancı dil öğrenme furyası bilindiği üzere yıllardır mevcut.
Peki yabancı dil bildiğini iddia eden kaç kişi gerçekten çok iyi yabancı dil konuşabiliyor?
Gramer bilgisinden bahsetmiyorum bile. O ya da bu şekilde eli yüzü düzgün yabancı dilde bir yazı hazırlayan insanları karşınıza çektiğinizde aslında yabancı dil bilgilerinin ne kadar fos olduğunu görebiliyorsunuz.

Şimdi burada bir duralım.

'Ben üniversite eğitimimi Amerika'da gördüm. Doğal olarak İngilizce'm iyi.'
Peki ya bu ne kadar doğru?
Ben Amerika'da okudum ve benimle eşzamanlı yurtdışında eğitim görüp hala iğrenç bir aksanla yardıra yardıra konuşan bir sürü insan tanıyorum. Essay yazabiliyorlar mıydı? Evet. O konuda eyvallah. Ama konuşabiliyorlar mıydı? No my friend.
Ha demek ki Amerika'da eğitim görmek aslında bu konuda bir boka yaramıyor. İnsanın birfiil çaba göstermesi lazım.

Benim İngilizce'm iyi mi? Evet. Çünkü yazı yazmanın yanı sıra şu anda 'benim' diyen bir sürü babayiğidi solda sıfır bırakacak kadar da iyi konuşuyorum.
Ama bu şansıma mı böyle oldu? Hayır. Benim çok önemli şöyle birkaç farkım oldu: Ermeni kökenli ve Anglosakson eğitim görmüş bir aileye doğdum.
Artılarım neler oldu? Ben doğuştan bilingual doğdum. Hem Ermenice hem Türkçe öğrenerek büyüdüm. Bir sürü insan ikinci dillerini ilkokulda öğrenmeye başladığında ben üçüncü dilimi öğreniyordum. Yani başka dildeki sesleri çıkartmak benim için alışılagelmiş bir şeydi. Hiç Ermenice konuşmamış Ermeni çocukları bile evde Türkçe dışında başka sesler duyduklarından buna alışkın büyüyorlar zaten.
Ayrıca ben İngilizce'ye ilk başladığımda babam bana her gün sesli olarak kitap okutup, aksanımın yanlış olduğu yerlerde beni düzeltirdi. Evet ben çok şanslı bir çocuk oldum; herkesin babası benimki kadar ilgili değil. İlgiyi geçtim çoğu insanın babası İngilizce bilmiyor bile.

Yalnız, bu iki artımın dışında ben de dili doğru kullanmak için çok özen gösterdim.
Mesela küçükken okulda insanlar benim aksanım için kastığımı söylerlerdi. Bu ne kadar aptal bir yaklaşımdır böyle. Ya ben mankafa olup bu söylediklerini ciddiye alıp onlar gibi yardırmaca stayla konuşmaya başlasaydım? Allahtan onlardan çok daha iyi konuştuğumun farkındaydım ve onların bu laflarının kendi yeteneksizliklerinden kaynaklandığını anlayabiliyordum.
Kaldı ki bu bir kasma-kasmama mevzusu da değil. Çünkü benim için herhangi bir dil konuşmak şuna dayanıyor: duyuyorsan, taklit edebilirsin.

Şimdi şu konuda diğer insanlarla hemfikirim: Bazı insanlar dil öğrenmeye yatkındır ve bu konuda yeteneklidir. Yes it is.
Ama bunun dahası da var. Sadece yetenekle olmaz.
Bu kadar yabancı film gösterimi oluyor sinemalarda. Herkes yabancı müzik dinliyor; yabancı dizileri izliyor. İnsanın kulak dolgunluğu olur. Dil öğrenmek için böyle şeyler birebirdir. Ama dili sadece gramer olarak değil, pronunciation olarak da doğru olarak öğrenmek gerekir.

Mesela en basitinden 'one, two, three'...
Sen çıkıp bunu 'one, two, TREE' diye okursan eğer olmaz. Bunun doğru olduğunu savunamazsın bana. Veya çıkıp da 'Üffff aynı şey işte, anlıyorsun ne dediğimi. Kasamam ben' dersen de olmaz. Niye? Çünkü sen 'bir, iki, üç' demek yerine 'bir, iki, ağaç' diyorsun. Diyelim Amerika'ya gittin ve adama 'Can I get three glasses of water?' dedin. Ama sen 'three' yerine 'tree' dedin. Kötü aksanınla İngilizce'yi katlettin ve üç adet ağaç bardağı istedin. Neticede senin bu 'kasmaman' yüzünden ne oldu? Adam seni Dadaist sandı muhtemelen.

Başka bir örnek de yine bir th ve t ayırımı yapamama hikayesidir. Okulda İngilizce dersindeyken, şiirleri dilbigisi yönünden inceliyorduk. Uyak muyak falan. Şimdi uyak çeşitlerini tam olarak hatırlayamıyorum ondan sallayacağım ama, bir arkadaş kalkıp dedi ki, 'Hocam burada uyak var.' Bahsettiği satırlar sırasıyla şöyle bitiyordu:
...t
...th
...th
...t
Hoca da, 'Yok orada iki farklı ses var' dedi. Yani th ve t'nin ayrı şeyler olduğunu vurguladı. Ama kız buna karşı çıkıp 'Hayır hayır. İşte hepsi aynı ya' dedi. Ben bu noktada ilk defa bir aydınlanma geçirdim. Ben yıllarca bu insanların dilleri dönmediği için th sesini çıkaramadıklarını sanmıştım. Meğerse bu bir dil dönmemesinden de daha vahim bir durumdu. Bu kız basbayağı th'nin ne olduğunu bilmiyordu! Onun t ile aynı şey olduğunu düşünüyordu.
True story.

Last but not least:
V ile w karmaşası.
Biri w'yu söylemez. Bütün w'ları v diye okur.
Biri de w sesini çıkarmayı başarır ama bu sefer zafer sarhosluğuyla bütün v seslerini w diye okumaya başlar. Böylece abuk subuk şöyle kelimeler ortaya çıkar: civilization yerine ciwilization, victory yerine wictory...Gibi gibi gibi.
Bunların hepsi dili bodoslamaca öğrenmekten kaynaklanıyor. Kimse bu insanlara v ile w sesleri arasındaki farkı anlatmıyor ve ağız egzersizleri yaptırmıyor. Sonra olan da bizim kulaklara oluyor.
İsteyenler için aşağıdaki anlatım da mantıklı gelebilir (ekşisözlük'ten kopi-peyst edilmiştir):

çok basittir.
hiç öğle ağzınızı dudağınızı eğip bükmeye, dişinizi dilinizi oraya buraya vurdurmaya gerek yoktur.

v
bunu türkçe'de bildiğiniz gibi okuyun. v sesini nasıl çıkarıyorsanız öyle çıkarın.

w
bunun adı dabılyu (double u). yani iki tane u. siz de aynen böyle yapın. yani bu harfi gördüğünüz yerde iki tane u sesi çıkarın. siz iki tane u sesi çıkardığınız zaman dudağınız diliniz kendiliğinden o tarif edilen pozisyonları alır zaten.
eğer w harfi kelimenin içinde ise tek u sesi yeter.

örnekler: (parantez içleri türkçe okunuşlarıdır)

wiser (uuayzır)
what (uuhat)
whale (uuheyl)
west (uuest)
we (uui)
few (fiuu)
view (viyuu)
however (hauever)
lowest (louıst)
forward (for-uırd)



Neticede yukarıda sıraladığım bu yanılgılar ve yanlışlar neden kaynaklanıyor? Benim tespit edebildiklerimden bazıları:
1. İngilizce'nin Türk hocalar tarafından öğretilmesinden (ki buna maalesef yapılacak pek bir şey yok çünkü zavallı devlet okulu ne yapsın? Yabancı hoca mı getirtsin olmayan parasıyla?).
2. İnsanlara İngilizce'yi bodoslama 'Hello. My name is Ayşe. How are you?' diye öğretmekten. Onun yerine ilk önce İngilizce'deki sesleri öğretmek ve ağza onları çıkartmak için egzersizler yaptırmak gerek.
3. Kötü aksanla yardırmaca konuşup bunu cool zannetmekten.
O zaman mesela yabancı dil de öğrenmesin bu insanlar. Madem dil konuşmayı bir taraflarına takmıyorlarsa direk Türkçe'yle devam etsinler hayatlarına.

Bir dil bir insan. Dil dile değmeden dil öğrenilmez. Falan fişman.
Bunların hepsi çok güzel ve hoş.
Amma velakin dil öğrenirken dili sadece e-mail ve essay yazmak için öğrendiğini zannetmek... İşte bunların hepsi sex. 






12 Kasım 2013 Salı

Türk aile yapısının medyayla olan love-hate ilişkisi üzerine

Türk aile yapısı ne kadar oynak bir şey değil mi? Play-doh hamuru gibi. Şekilden şekle girebiliyor vallahi. Veya yap-boz gibi. Zırt pırt 'bozuluyor'. Onu görüp bozuluyor, bunu okuyup bozuluyor, şunu dinleyip yine bozuluyor. Adeta düzelemeyen bir yapı. Bozulma üzerine kurulu gibi.

Buna dair çok güzel bir enrty var ekşisözlük'te: bozulmaya çok yatkın olduğundan tvleri gazeteleri kapatıp kitapları toplattırarak koruma altına alınan cam fanus içinde yaşayan kırılgan, hassas yapı

Öncelikle Türk aile yapısı nedir?
Veya şöyle sorayım: sadece bir adet Türk aile yapısı mı vardır? Bütün Türk aile yapıları bu yapıya mı benzer veya benzemelidir?
Lütfen girin ekşisözlük'e ve entryleri sırayla okuyun. Kimsenin ortak bir payede buluşamadığını göreceksiniz. Herkes başka bi ucundan tutmuş.
Bu ne demek oluyor?
Demek ki Türk aile yapısı sanıldığının aksine kesin bir çerçeve içine oturtulamaz.

Bakın http://www.diyadinnet.com adlı sitede neler diyorlar 'aile' hakkında:
'...Devletin sunduğu imkanların yetersizliği veya toplumdaki sosyoekonomik ve sosyokültürel sıkıntılar toplum ile beraber aileyi de etkileyecektir.
Toplumu ve aileyi, özellikle de çocukları etkileyen bir diğer etkende medyadır. Medyanın iyi ve kötü yönde bir çok etkisi bulunmaktadır. Medyanın zararlı etkilerinden ailenin ve aileyi oluşturan bireylerin korunması gerekir. Bunun içinde aileyi oluşturan bireylerin bilinçli olması gerekmektedir. Unutmayınız ki bazı zararları oluşmadan önlemek mümkündür.
Toplum içerisinde infonksiyonel ailelere müdahalede bulunacak , onların her türlü sorunları ile ilgilenecek, yeri geldiğinde sosyoekonomik destek sağlayacak , organize ve yetkileri devlet tarafından desteklenmiş, tecrübeli ekiplerin bir arada olduğu, kamu birimlerine ihtiyaç vardır.'

Noktalama işaretlerini adam gibi kullanamayan ve -de, -da bağlacının ne zaman ayrı, ne zaman birleşik yazılması gerektiğini bilmeyen ama her nedense çok daha mühim konularda söz sahibi olabilen diyadinnet.com da Türk aile yapısının korunması konusunda hemfikir. Ama nasıl bir koruma bu? Müdahele ederekten koruma. Kimin, neyi, nasıl ve ne zaman yapacağını söylerek yürütülen bir koruma.

Biz memleket olarak kendi ailelerimizle başa çıkmayı beceremiyoruz demek ki. Yani demek ki biz aslında topluca yarımakıllıyız ve TV'de izlediklerimizden anında etkileniyoruz. Veya gazetede bir şey okuyunca onun analizini yapmadan, hiçbir şeyi filtreden geçirmeden anında belleğe kaydediyoruz.
Diyelim izlediğimiz filmde bir oyuncu rolü gereği şarap içiyor ve biz bunu izlerken hemen 'kötü yola' düşüyoruz. Bir anda kendimizi şaraba veriyoruz ve alkolizmin dibine vuruyoruz.

Böyle bir şey olabilir mi? Bunu mantıklı bulan herhangi bir insan var mı?

Devlet büyüklerimiz sigara içen aktörün sigarasına çiçek motifi koyarlarsa izleyiciyi sigara denilen şeytandan kurtardıklarını mı düşünüyorlar? İzleyen kişi onun sigara olduğunu anlamıyor mu? Mankafalı mı bu insanlar? Bu ne büyük bir saçmalıktır. Böyle yaparak daha fazla dikkat çektiklerinin farkında değiller mi? Halbuki sansürlemeseler o sigara benim dikkatimi çekmeyecek. Ha dikkatimi çekse ne olacak onu da sormak istiyorum. Onlara ne benim akciğerlerimden? İçmen isteyen içer, istemeyen zaten içmez. Bir çiçekle dünyayı mı kurtardıklarını sanıyorlar? (Gerçi onlar çiçekleri de ağaç sanıyorlar...)

Ama tabi maalesef şöyle olaylar var: hatırlar mısınız bilmem ama, Pokemon zamanında çocuğun teki 'Ben Pikachu'yummmmm' diye camdan atlamıştı. Sonra ne oldu? Pokemon yasaklandı. Neymiş efendim? Çocuklar kötü etkileniyormuş.

Şimdi. Let me tell you something.
Öncelikle bu çocuğun vücudundaki protein seviyesi az. Ondan beyni tam gelişememiş. Protein niye az? Çünkü memleketin çoğunluğu gibi o da bol bol ekmek yiyor. Et, balık, yumurta gibi protein içeren ve beyni geliştirecek besinler yemiyor. Niye yemiyor? Çünkü ailesinin et alacak yeteri kadar parası yok ve çocuğa neyin ne olduğunu öğretecek kadar da eğitimi yok. Bunun sorumlusu kim? Devlet tabi ki. Eğitim ve iş olanağı herkese eşit ölçüde sağlanmazsa, bazıları havyar yiyip Beymen Brasserie'de purosunu tüttürürken, bazıları da ekmek arası ekmek yiyip camlardan atlamaya devam eder. Bunun sorumlusu Pokemon, tabi ki, değildir. Sonra sen çıkıp da medya gençlerimizi kötü etkiliyor diyemezsin!

Veya bir ara Teletubbies yasaklanmıştı. Çocuklara güya 'gayliği' aşılıyormuş.
Bu açıklamayı gördüğümde neremle güleceğimi şaşırmıştım. Gayliği aşılamak ne yahu allasen? Bu aşılanan bir şey mi? Yani sen çocuklara 4-5 tombul renkli karakterin gay olmayı öğrettiğini mi savunuyorsun? Hangi paralel evren yahu bu?
Öncelikle tabi ki bu yüksek dozda gerizekalı bir kanı olan 'gay olmayı tercih etti'den geliyor. Bu bir tercih değildir. Nasıl ki sen heteroseksüel doyduysan, o insan da homoseksüel doğmuştur. Ama sen zaten cahil olan halka böyle abuk subuk yasaklar koyarak cehaletlerine dopping yapıp duruyorsun. Onlar da oğullarının Teletubbies izleyince bir anda gidip komşunun oğlunun dudaklarına yapışacağını sanıyorlar. Güler misin, ağlar mısın?
Allah bilir birileri rüyasında Teletubbies tarafından tecavüze uğradı (senin bilinçaltını sikeyim), sonra da böyle saçmalıklar oluştu.

Zavallı Türk aile yapısı da böyle densiz insanların elinde sakız gibi uzayıp duruyor.
Biri camdan atlar, diğeri 'gay olur', öteki sigara bağımlısı, beriki alkolik olur. Hatta dozu artırıp seks manyağı olanlar bile var. Hepsi de medya yüzünden böyle. Ah ah nerede o eski dumanla haberleştiğimiz günler? Getti gençlik gettiiiiiiiiiiii... Bozuldu cânım Türk aile yapısı.




5 Kasım 2013 Salı

Gel Bir De Yatağımıza Gir Hacı

Bu sözler kime gidiyor herkes biliyordur heralde.
Şu sıralar gündeme oturan bir 'erkek-kız aynı yurtta kalamaz' sorunsalı aldı başını yürüdü gitti!
Yahu ne oluyor kuzum?
Bu memlekette herşey ama herşey bitti de bu mu kaldı?
Ya kardeşim iki insan beraber yaşamak istiyorsa sana ne oluyor? Anası mısın, babası mısın? Sen mi gireceksin onlarla yatağa? Deli misin arkadaş?

Sonra çıkmış bozuluyor bir de: Kimsenin yaşam tarzına karışmadığımızı söylememize rağmen bir çok yerde, yaşam tarzımız şöyle değiştirildi böyle değiştirildi gibi ithamlarla karşı karşıyayız.

Yok canııımmm... Haşa!
Oha lan, daha ne karışacaksın? Benim kimle yaşayacağıma bile sen karar veriyorsun? Oldu olacak oturacağım semti, kullanacağım peynir markasını, günlük içeceğim kahve miktarını da sen söyle rahatlayalım. Hatta bak şöyle yapalım. Ben gideyim sen gel yaşa benim yerime. Hem sen hem ben kurtulalım bu dertten.

Sen o kadar iyi biliyorsun ki. Mazallah biri gelir de senin düşündüğünden 5 derece farklı bir şey söylerse, senin şalterler toptan atıyor. Yahu çocukların anaları babaları karışmamış kimle yaşadıklarına, sana mı kalmış bu? Belki kızın en yakın arkadaşı bir erkek evladı? İlla yakın arkadaşları kız mı olmak zorunda? Belki en iyi onla anlaşıyor? İnsanların arasındaki diyalogdan sana ne? Belki sevgilisi? Belki yatıp kalkıyor? Sana ne? Seni mi gelip sikiyorlar? Sana ne? Herkes senin gibi muhafazakar mı olmak zorunda? SANA NE?   

'Kız çocuklarını korumalıyım' diye bir misyon edinmek nedir anlamıyorum. Kız çocuk senden koruma mı istedi? Koruma ne ya? Neyden koruyorsun? Daha 13 yaşındayken eşek kadar sayısız erkeğin tecavuzune uğramış küçücük kızı koruyamamışken, ne boru boru ötüyorsun? Sen daha bir tane yavrucağın sağlığını ve psikolojini sağlama alamıyorsun.
Önce git mağdur insanları korumaya al. Durup dururken mutlu mesut geçinip giden insanların derdi seni germesin.
'Şunu bir defa bilmemiz lazım biz sorumluluk mevkiinde olan muhafazakar demokrat bir parti olarak, bu ülkede ebeveynlerin herkesin çocukları bize emanettir.'
demiş...
Not really cicim.
Bir kere EWWWWW! Senin çocuğun olsam çoktan intihar etmiştim. Lütfen babam olmaya kalkışma.
İkincisi, sana siyaset 101'den başlamanı tavsiye ediyorum. Seçilen partinin 'sorumluluklarının' ne olduğu hakkında kendi yazdığın bir destana inanıp duruyorsun. Seçilen parti insanların hayat koşullarını İYİLEŞTİRMEK ile görevlidir. Onların evlerinin taa içine girip, hergün yemek masalarında baş köşede oturmakla görevli DEĞİLDİR.

Böyle bir sorumluluk anlayışı da yoktur ve hatta olmayacaktır.
Saygılar.



1 Kasım 2013 Cuma

Ah bu yeni nesil


Google search'e 'kids playing' yazın, görsellerde yukarıdaki gibi bir sürü çocuğun el ele şen şakrak dağda bayırda koşuşturarak oyun oynadığı fotoğraflar açılacak. Demek ki çocukların oyun oynaması bu demek. Yani BERABER oynamaları, birbirleriyle İLETİŞİM kurmaları ve bu şekilde vakit geçirmeleri demek.

Benim neslim sanırım yukarıdaki gibi oynayan çocukların son nesliydi. Şimdiki nesle bakınca böyle bir durum göremiyorum. Şimdiki neslin BERABER oyun oynamaktan anladığı tek şey, üst üste alt alta sik kadar bir iPad'in etrafında toplaşıp sırayla veya itiş kakış yaparak bir ekrana bakmak. 

EYVAH EYVAH! İleri derecede asosyal, iletişim özürlüsü nesiller yaratıyoruz. Çocukların doğum günü partileri bile bir renksiz olmaya başladı. Hepsi kendi içine kapalı, birbirlerinden bihaber ve oldukça cimri, bencil ve egoist bireyler olma yolunda ilerliyorlar. Ayakta alkışlamak istiyorum yeni nesil anne-babaları. NE BU HAL ULAN?!? Bu çocuklar doğuştan tabletlerle doğmuşlar gibi adeta!

Geçenlerde birinin ufak kızını seviyordum. Kız 2, bilemedin 3 yaşında. Ben çocuk çok sevmem. Yani çocuk gördüğünde 'Ayyyyyy çokkkkk şekeeerrr!!!' deyip deliren kızlardan değilim. Ama bu kız çocuğu gerçekten güzeldi ve sevesim geldi. Velhasıl yanına gittim saç baş okşadım falan. Elimdeki iPhone'umu gören çocukcağız, hemen ona yöneldi. Ben de köpeğimin fotoğraflarını açtım, kendimce çocuğu oyalamaya başladım. Bir anda kız parmaklarıyla ekranın üstünde 'zoom' hareketini yaptı! Hani işaret ve baş parmaklarınla ekranı ortadan kenarlara doğru itme hareketi. Hani aslında el kadar çocuğun bilmemesi gereken hareketi. YOK ARTIK! Lan bu kız daha 2-3 yaşında. Zoom yapmayı nasıl ve niçin biliyor? Anasının karnından iPhone'la mı doğdu?! ŞOK oldum. Ve sinirlendim. Hemen telefonu cebime koydum ve kızın yanından uzaklaştım.

Ben böyle bir nesil istemiyorum abi. Bu ne ya? Öyle çocuk mu olur? Çocuk dediğin koşar oynar. O en üstteki çocuklar gibi olur. Halbuki şimdiki çocuklar ahanda aşağıdaki gibi:


Bu fotoğraf sizce AŞIRI eğlenen çocukları mı gösteriyor? Tabi ki hayır.
Bu fotoğrafta sadece bir adet çocuk eğleniyor. Ona da eğlenmek dersen. Diğerleri ise koyun gibi sıralarını bekliyor. Bakın çocuğun karşısında oturan kız ekranı düz olarak bile göremiyor, ama tersten de olsa hala mal gibi ekrana bakıyor.
Bu ne biçim bir sosyalleşme biçimi böyle? Daha sikko bir şekil görmedim. Bunu niye kolektif olarak yapıyorlar asla anlamıyorum. Madem böyle eciş bücüş oturup sıra bekleyecekler o zaman niye herkes evinde kendi tabletiyle oynamıyor?
Veya mesela anneler babalar bu duruma niye müdahele etmiyorlar? 'Aman neyse sussunlar da ne yaparlarsa yapsınlar' mı diyorlar?  E o zaman doğurmayaydın çocuğu mal karı/herif. Madem çocuğu adam gibi yetiştiremeyeceksin, niye doğurdun? Sonra 'Ay çok gürültü yapıyorlar, sussunlar' diyorsun. Çocuk bu. Marul değil. Gürültü yapacak tabi ki. Gürültü yapmasa problem olurdu zaten.

Ben de çocuk bağrışmasına ölüp biten biri değilim. Öyle bir manyak yoktur heralde. Ama bir grup çocuğu böyle sıkışık halde bir ekrana bakarken görünce tepem atıyor. O tableti fırlatıp atasım geliyor. O yüzden, ne olur teşvik edelim de çocuklar gürültü yapsınlar. Koşuştursunlar. Birbirleriyle oynasınlar. Gülsünler, eğlensinler. Asalak gibi yetişmesinler.